"Paçalarımıza beton döküp kendimize hayatlar inşa etmeye çalışıyoruz.
Sonra olabilirsek en fazla bir ağaç kadar özgür olabiliyoruz. Olduğumuz yerden bir santim oynamadan, sadece kollarımız biraz daha göğe uzanıyor."
11.05.2021
Tüm masalların aslında koskoca birer yalan olduğunu öğrendiğimizde, "gerçek" denen acımasız olguyla tanıştığımızda yapılacak pek bir şey kalmamıştır.
Işığın aslında pervanenin yolunu şaşırtmaktan başka hiç bir işlevi olmadığını öğrendi insan zamanla... Ama bu hikayeye yüzyıllar boyu inanıldı. Böylesi daha masalsıydı, daha güzeldi.
Her masalın sonu vardır. Uzadıkça tadı kaçan masalların da bittiğine sevinmeli mi üzülmeli mi, bu tartışılır. Ama öyle ya da böyle... Kitabı kapatmayı, elin hala ona gidiyorsa yakmayı bilmeli.
12.12.2008
Her şey yitip gittiğinde, oyun bittiğinde, pişmanlıklar ayyuka çıktığında aslında kendi aptallığımın belgesini tekrar tekrar okudum. Gözyaşları silemedi bastıra bastıra yazdığın kelimeleri. Her seferinde utandım, her seferinde sakladım, gizledim.
Bilirim, ışığın başkasını aydınlatır artık. Masallarında kötü bir figüran da olsam, karanlıkta yetişen mantarlar gibi zehir de kussam bil ki ışığının tek bir hüzmesi yeter eğik boynuma.
Varlığına sevindiğim kız, unuttun mu tam karaya ayak basacakken basıtran yağmuru? Şemsiyenin altında bedenlerimiz birbirine ilk kez dokunurken hissettiğim korkudur kaçışımın sebebi. Affet beni...
Ördüğün atkı soğuktan titreyen küçük bir mendilci kızı ısıtıyor şimdi.
28.11.2008
Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin, Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun.
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar inansın.
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer;
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret,
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın.
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın,
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak,
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...
11.11.2008
Küçükken düştüğünde dizine giren cam parçasından sonra oluşan yaradan biliyordu; kabuk bağlasa bile iyileşen yaranın yerini derinin kısımlara göre daha ince olan bir deri tabakası alırdı.
Sonra büyüdü, düşmemeyi öğrendi. Ama o iz ona çocukluğunu hatırlatan bir hatıra olarak kaldı. Ama bir şeyi daha öğrendi, hayatta insanı yaralayan tek şeyin küçük cam parçaları olmadığını... Artık kabuk bağlayan şey duyguları ve hatıraları olmuştu. Onları koparmaya gücü yoktu henüz.
"Keşkelerin acıtmadığı bir yer olsaydı..." diye geçirdi içinden. 22:The Death of All The Romance'ı bir kez daha dinlerken son bir senede yitirdiklerini düşündü. Geride hiçbir izin kalmaması için yatağının altında sakladığı kutuyu çıkarıp ondan kalan eski market fişlerini, fotoğrafları ve sinema biletlerini yaktı. Çalamadığı mutluluktan kalan son hatıraların yok olmasının verdiği garip hisle gülümsedi ve kesif duman kokusunun altında uykuya daldı.
"I was 22, I've had my share of views
I just can't steal that "happiness" from you"
14.09.2008
"Çiçekler açmadan yapraklarını,
Ay gökyüzüne çıktığı anda bulutları ya da yağmurdan önce rüzgarı çalabiliyor olsam,
Yine de tek isteğim senden bir öpücük çalmak olurdu..."
03.08.2008
Tıpkı o aptal hırsız evime girip eşyamı çaldıktan sonra en az onun kadar aptal olan polislerin tuttuğu tutanaklar gibi son yazdıklarım. Çalınan belli, mağdur belli ancak hiçbir zaman ortada bir suçlu görünmüyor. Sadece bir kabulleniş, bir sitem ve az da olsa ümit kalıyor eskiye dönüp yitirilenlerin yerine koyulabilmesi için...
Bir "Aşık Hakları Mahkemesi" kurulsa, haksızlığa uğrayanlara dava açma hakkı tanınsa ve zanlılar yaptıklarının cezasını çekebilseydi keşke. O zaman tutanaklarımı çıkartıp koyardım önlerine. Çalınan zamanı, sarfedilen onca kelimeyi, verilen emekleri geri alırdık belki o zaman. Ama bu oyunda kaybedene hiçbir hak tanınmıyor "susma hakkı" dışında.
Şimdi elde kalan bir kırık kilit, her köşesi darmadağın edilmiş bir oda ve geride bırakılan güvensizlik hissi... Tanrım, sen beni koru!
Çember Şiirlerle, şarkılarla kendini avutacaksın
Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın
Çemberin etrafındaki her bir dönüş çemberin çizgilerini kalınlaştırıyor sadece. Ne içinde ne de dışındayken, birinin seni itip içine atması için beklerken yalnızca korkularının esirisin. Dipsiz bir kuyuya düşecek veya izlediğin yörüngeyi kaybedeceksin sanırsın ama bilmezsin ki sonsuz döngü beterdir hepsinden. Dönüp dolaşıp aynı yere gelmek bir oyun mu yoksa kader denen önceden yazıldığı söylenen şeyin şakası mı bilinmez, dışarıdan bakıldığında iki anlamı vardır çizdiğin çemberin: Sevgiliyi ifade eden "O" ve hiçbir şey ifade etmeyen koca bir "sıfır"...
İki sıfır var şimdi elimde ve çemberi çizmeye başladığım yerdeyim yine.
18.07.2008
16.05.2008
Saat 05:38, Üsküdar
Alarmı duymamıştı. "Yine uyuyakaldım" diye geçirdi içinden. Sağına dönüp saate baktı, henüz çok erkendi. Ama güneş odasının her yerini aydınlatmıştı. İşe gitmek için evden 8'de çıksa yeterli oluyordu, o yüzden biraz daha uyumak için uğraştı. Ama olmadı. Yataktan kalktı ve yüzünü yıkamak için banyoya girdi. Aynaya baktığında burnunun kanadığını farketti. Her zamanki sıradan kanamalardan biridir diye düşündü ve eliyle temizlemeye çalıştı. Ama dinmiyordu bir türlü. Lavabonun içi kanla dolmuştu. Sonra aklına burnunun içine mendil tıkamak geldi. Bunu yapması kanı durdumuştu. "Bugün de geçse" diye söylendi. Ne de olsa akşam yapacağı yolculuk onu uzun süredir görmediği arkadaşlarının yanına götürecek, birkaç günlüğüne de olsa İstanbul'un kasvetli ve boğucu havasından kurtaracaktı.
Saat 18:10, Mecidiyeköy
İşyeri servisinin bile kalkmasını bekleyemeyip metro istasyonuna doğru yürümeye başladı hızlı adımlarla. Doğum günü olan arkadaşına hediye almak için Taksim'e uğramaya karar verdi eve gitmeden önce. Tam o sırada burnunun içinde süzülen sıvıyı hissetti yine, koşarak en yakın bakkaldan bir kağıt mendil alıp sabah yaptığı şeyi yaptı. Etraftaki insanlar garip bir şey görmüş gibi bakıyorlardı. Oysa buna aldırış etmeden koşar adımlarla kalabalığın içinde kayboldu.
Saat 22:45, Harem
Yolculuk için hazır gibi görünüyordu. Otobüs yolculuklarına alışkındı. Çok yorgundu, otobüse biner binmez uyumak istiyordu.
Otobüsün otogara gelmesi 45 dakika gecikmişti. Ayakta beklediğinden yorgunluğu bir kat daha artmıştı. Pek eşya koymadığı küçük bavulunu bagaja teslim edip koltuğuna oturdu.
17.05.2008
Saat 00:15, Maltepe çıkışı
Uyumuştu yine her zamanki gibi. Çoğu kez okuldan eve dönerken şehir hatları vapurunda bile on dakika kestirirdi. Ne insanların gürültüsü, ne de aracın sarsıntısı onu etkilemiyordu. Ancak önündeki kadın koltuğunu en arkaya kadar yaslamasa iyi olacaktı. Hareket imkanı oldukça kısıtlıydı. İstese o da koltuğunu arkaya itebilirdi ama bu sefer de arkasındaki kişi rahatsız olacaktı. Bu şekilde idare etmek en iyisiydi.
Bir an üşüdüğünü hissetti ve ceketini üstüne örttü. Yarı uyur, yarı uyanık bir haldeyken otobüsün yaptığı ani frenle kendine geldi. Yaklaşık 10-15 saniyelik bir savrulmanın ardından çok büyük bir gürültüyle içinde bulunduğu otobüs öndeki kamyona çarpmıştı. Çarpmanın gürültüsünden bile ürkütücü olan yolcuların çığlıklarıydı. Önce kendine baktı, bir şeyi yok gibi görünüyordu. Çoğu yolcu yere düşmüş, bazıları başını çarpmıştı. Ama onun önünde düşeceği bir alan bile yoktu. Yanındaki adama baktı, patlayan dudağı çenesini kanlar içinde bırakmıştı. Hemen aklına iş çıkışı aldığı kağıt mendil geldi çıkarıp adama onu uzattı. Önündeki kadını kocası yerden kaldırmış sakinleştirmeye çalışıyordu. Etrafındakilere bakmaktan otobüsün ön tarafında neler olup bittiğe bakmayı unutmuştu. Şoför koltuğunun yerinde kamyonun kasası vardı artık. Neyse ki şoför kendini son anda geriye atmayı başarabilmişti.
Olayın şokunu biraz olsun üstünden attıktan sonra otobüsün arka kapısından aşağı indi. Kimseye bir şey olmamıştı birkaç küçük yaralanma haricinde. "Çok şükür" dedi ve arkadan gelecek olan yeni otobüsü beklemek için otobanın kenarındaki taşlarda beklemeye koyuldu. Aslında geri dönmek de bir seçenekti ama gitmeyi kafasına koymuştu.
Saat 03:00, İzmit yolu
Yeni gelen otobüste yine aynı koltuğa oturmuştu. Yanındaki adam yoktu bu kez, gitmişti anlaşılan. Kulaklığını takıp uykuya dalmak üzere bir kez daha yaslandı arkasına. Çalan şarkıdan mı yoksa o anda en arayıp sesini duymak istediği kişiyi arayamamasından mıdır bilinmez, gözlerinden birkaç damla gözyaşı süzüldü yanaklarına doğru.
"Gözleri senden uzaktı
Fark edilmez bir tuzaktı
Sana böylesi yasaktı
Yapma dedim yaptın gönül
O bir yolcu sen bir hancı
Gördüğün en son yalancı
İçindeki derin sancı
Gitmez dedim kaldı gönül"
Tam 3,5 ay geçmişti onun gidişinin üzerinden. Günleri bile sayıyordu. Bu süre aynı zamanda onun bir başkasını seçişinin üzerinden geçen süreydi. İhanetin ve terkedilişin kahredici etkisi ve yarattığı kızgınlığa rağmen döktüğü göz yaşları aslında duygularının yaşanan gerçekleri umursamadan başına buyruk hareket ettiğini gösteriyordu. Her şeyi kendi kafasında kurguluyordu. Ona göre o gün burnundan akan kanlar içindeki zehrin dışarı çıkışını temsil ediyordu. İstanbul denen lanet şehirden birkaç günlüğüne de olsa uzaklaşması aslında bir "kaçış"tı onun için. Geçmişinden, sıkıcı yaşantısından, düşüncelerinden kaçıyordu. Otobüs kamyona çarptığında yüzünde hafif bir gülümseme belirmişti, "her şeyin sonu" diye düşünmüştü ama öyle olmamıştı. Böyle düşündüğünü birileri bilse ona bencil olduğunu söyleyebilirdi. Ama benciller kendini düşünürdü, o ise kendisinden kaçmaya çalışıyordu. Tüm bunları düşünürken bastıran uykuya yenik düştü yeniden...
20.05.2008
gözlerin gözlerime değince
felaketim olurdu, ağlardım
beni sevmiyordun, bilirdim
bir sevdiğin vardı, duyardım
çöp gibi bir oğlan, ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felaketim olurdu, ağlardım
ne vakit Maçka'dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
sessizce bir cigara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin,
bakardın
üşürdüm, içim ürperirdi
felaketim olurdu, ağlardım
akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
Sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felaketim olurdu, ağlardım
09.03.2008
Bitmek bilmeyen karanlık akşamlardan mı, iç bunaltıcı şarkılardan mı yoksa lanet olası alkolden mi bilinmez, aynaya baktığımda başka birini görür olmuştu artık. Siması hiç yabancı gelmeyen, ama gözlerindeki ışığı yitirmiş bu kişinin kendisi olduğuna inanmak istemiyordu. Bu kadar kolay harcanmış olmamalıydı. Olsa bile kafasını kaldırıp yoluna devam etmeli, geçmişi unutmalı veya unutmak için çaba göstermeliydi.
Denedi... Hatta bir ara bunu başardığını düşündü ve hayatında ilk defa düşünmeden yaşamaya karar verdi. Evet! Düşünmekti tüm suçlu ve bunun baş sorumlusu bunu üreten beyniydi. İşe yaramaz, ve son zamanlarda fazla çalışmaktan yorgun düşmüş beynini ucuz bir maskeyle takas etti. Eskiye dönene dek bu maskenin ardına gizlenecekti, kimseler bilmesin, görmesin, bulamasın diye... Nitekim işe yaradı. Ama bilmiyordu ki bu güzel gibi görünen çirkin maskenin altında kalan insan kendinden daha da uzaklaşıyor ve ruhu hızla kirlenmeye başlıyordu.
Elinde kalan tek şey hayalleriydi. Geçmişini, hatıralarını, şarkılarını, oyunlarını, umutlarını, kısacası kendini kaybetmişti... Öteki ömrünü yaşayacaktı artık. Son bir kez veda etti eski fotoğraflara, yanına hayallerini alıp derin bir uykuya daldı.
Belki de hiç uyanmamak üzere...
09.03.2008
Biliyorum deli kuş, biliyorum...
Sıra bende.
Gözyaşı sırası diye bir soru olur mu hiç?
Oluyor işte...
Ciyak ciyak sesin değişmiş, çıkmıyor artık
Havadan sudan da sohbet edilmiyor senle böyle olunca
Bana o yaprağın parçalarını getir deli kuş
Yapıştırıp yeniden diriltebilirsem
Rüyam gerçek olacak
Sus, tek bir kelime daha etme!
İmkansızsa savrulanları tekrar bir araya getirmek,
Nasıl yaşandı yeniden geçmiş zaman?
Toz bulutu olup savrulmuştun hani sen?
Getirdiğin ümitsizlikleri bırak şu köşeye
Küçücük kaldım, al götür giderken beni de...
27.02.2008
Işığını çok görme sakın
Bırak ısıtsın içimi, kör etsin gözlerimi
Sar sen yine bedenime bedenini
Şarkılarıma misafir ol yeniden
Hatırlat kaybettiğim tüm sözlerimi
Çıkar hadi sandığından kırgınlıklarını
Soldurduğum hayallerini, ümitlerini
Buruşturup fırlat yüzüme, hadi
Küfret, ölümünden bahset
İyi gelecekse...
Bana özenme aptal,
Yanmak senin işin değil!
Hem söylesene, mümkün mü?
Hiç "yakan" yanabilir mi?
26.02.2008
Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam...
Orhan Veli Kanık
03.02.2008
Kapıyı hızlı çarpmanın öfke, usulca yanına sokulmanın özür olduğunu biliyoruz ama söylemeyebiliyoruz.
Bazen kelimeler küçücük kalıyor yaşanan üzüntülerin, sevinçlerin yanında. Bazen de öyle büyüyorlar ki, tüm bunların sebebi olabiliyorlar.
Nerede, ne zaman, kim için, nasıl, ne söylenmesi gerektiği hakkında bir kitap olsa elimizde, okusak, okusak, okusak... Uymasak kitaba, özgür bıraksak kelimeleri.
Belki o zaman anlarız birbirimizi...
27.01.2008
Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun.
Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.
Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karşılaşabilirsin. İki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz.
Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın. Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. "Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın.
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor. Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana. Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası...
Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun aslolan yürektir. Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yaşadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu.
Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...
Hayatı ıskalamaya lüksün yok senin...
03.09.2007
Martıların feryada benzer sesleriyle uyandı uykusundan. Ter içindeydi ve ağlıyordu. Yanağından süzülen yaşlar yastığını da ıslatmıştı. Odasının ışığı ise hala yanıyordu. Saate baktı, sabah olmuştu ve dün akşam işten geldiğinden beri uyuduğunu o zaman anladı. Günün yorgunluğu ve bitkinlik hissi onu bu derin uykuya sürüklemişti. Bir ara kanepeden yatağa geçmek için uyandığında telefonundaki mesajları görmüştü. Yarı uyur halde yazdığı mesajları hatırlamıyordu, ama rüyasında gördüklerinin her harfini hatırlıyordu. Hala neyin gerçek neyin rüya olduğunu anlayabilmiş değildi.
Mutlaka onunla konuşmalıydı. Ama vücudu onu yataktan kaldıracak kadar güçlü değildi henüz. Sol yanında yerde duran telefonu aldı ve ona rüyasını anlattı.
"Hep yanındayım korkma" diyordu karşıdan gelen cevap... Ama o hala korku içindeydi, titreyen elleri bunun apaçık kanıtıydı. Acaba gerçekten yanında olsaydı, teni tenine değdiğinde diner miydi korkuları? Tek bildiği vardı, o da onsuz yapamadığıydı... O yoksa anlamı yoktu sevinçlerin, üzüntülerin... Korkuyordu, tıpkı annesinin elini kalabalıkta bırakıp kaybolan bir çocuk gibi...
17.08.2007
Ezginin Günlüğü'nün bir şarkısı vardı, "Her Şey Yolunda" diye...
telefon çaldı sevgilim beni unutmamış
bakkal gazete koymuş kapıyı çalan olmamış
trafik kapanmamış hava lodosa dönmemiş hala
oh be dedim her şey yolunda
Uzadığından neredeyse emin olduğum okuldan mezun olmam ve ardından hemen bir işe girmem bundan bir ay önceki karamsar ruh halimin ne derece anlamsız olduğunu gösterdi bana.
Biraz da günlük gibi kullanayım burayı. Evet, yaklaşık üç haftadır Ray Denizcilik diye bir firmada çalışıyorum. Belki hayallerimdeki yer değil ama şu anda yaptığım işten zevk alıyorum. Bütün gün yaptığım şey yurtdışından gemi satın alabilecek müşterileri bulmak, onlarla yazışmak, geri kalan zamanda ise canım ne istiyorsa onu yapmak... En güzeli de Kabataş'ta olması. Evden çıktıktan 20 dakika sonra ofiste oluyorum. Yalnızca biraz bayır çıkıyorum, o da sabah sporu oluyor.
İstanbul'a geldiğimden beri ilk defa bu ay ailemden para istemedim. Büyüdüğünü hissediyor insan böyle zamanlarda. Babamın okul bahçesinde bisikletimin arkasından elini çekip bisikleti kendi başıma sürmeye devam ettiğim günkü gibi hissediyorum.
Şu anda tek eksiğim var; onun yanımda olmayışı... Ama haftanın bir günü, birkaç saat görüşmek bile hayat veriyor bana. Ondan gelen sıcacık bir mesaj yorgunluktan bezmiş yüzümü güldürmeye yetiyor. Hayallere dalıyorum, uyurken, uyanırken yanımda hissediyorum... Gözleri gözlerime değdiğinde yine ilk günkü gibi titriyor içim, heyecanlanıyorum.
Ondan uzak olsam da, annemi özlesem de, hayallerime kavuşmam için önümde daha uzun yıllar da olsa, her şey yolunda bu sabah...
06.08.2007
Kırgınlıklar, üzüntüler, pişmanlıklar ve tüm bunların yarattığı korkularla dolu bir gece, o gecenin sabahında verilmiş sözler, geriye kalan birkaç damla gözyaşı ve onlarca mesaj... Uykusuz geçen gecenin yorgunluğu fark etmeden uykuya dalmasına sebep olmuştu. Aslında sevmezdi öğle uykularını, ama bu sefer kaldıramamıştı bedeni üzerine çöken ağırlığı.
Merdivenlerden düşünce uyanmıştı, bir süre etrafı seyretti. Sonra elindeki telefona baktı ve yatağa uzandığından bu yana sadece birkaç dakika geçtiğini fark etti. Bir yerde okumuştu, rüyada düşmeye kaybetme hissi sebep olurmuş hep. Çok korkmuştu, ona anlatmak istedi bunu. Çünkü ondan başkası bilemezdi, düşünü ondan başkası çözemezdi. Sadece ondan gelecek birkaç sevgi ve destek sözcüğü mutlu edebilirdi onu...
Aslında onun durumu da pek farklı değildi. Sabaha karşı daldığı uykusundan öğleye doğru uyanabildi. Her şeyi unutmak istiyordu ama sorular zihnini kemiriyordu. Yarınki sınavı hiç önemli değildi, hep onu düşünüyordu. Ne yapıyordu acaba şimdi? Bir daha eskisi gibi olabilecek miydi her şey?... Kırılıp dökülenleri yeniden yapıştırmak imkansız mıydı? Sonra o mısralar geldi aklına:
Acılara batmamış bir aşk söyle bana
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama
İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de
Bir aşk yok ki paydos demiş gözyaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa...
Ne olursa olsun devam etmeliydi bu aşk, çünkü yalnızca ikisine aitti tüm yaşananlar. Bu aşkı yaşatacak olan sevgiydi, birlikte geçirilecek olan güzel günlere olan inançtı... Biri düştüğünde hep yanında olacaktı diğeri. Biliyorlardı ki ancak böyle ayakta dururdu sevgiler, sevgililer...
08.07.2007
Bu sabah kulağıma güp güp diye sesler geliyordu. Yarı uyur durumdaydım ve gerçek gibiydi sanki. Annem sobayı yakıyordu. Yanmaya başladığında böyle ses çıkarırdı çünkü... Kardeşim ve ben uyanmadan önce her sabah annem odaya gelir, yataktan kalkınca üşümeyelim diye sobayı yakardı. Televizyonun üzerindeki eski termometre 20 dereceyi geçtiğinde bizi uyandırır kahvaltıyı hazırlardı.
Pazar günleri tüm aile birlikte kahvaltı ederdik ve ekmekler kızarırdı sobanın üstünde. Annem ve kardeşim sobaya yakın otururlardı. Annem bize kızaran ekmekleri vermek için otururdu, kardeşim ise tamamen üşüdüğünden... O sıcacık ekmeğin üzerinde yağın ve peynirin erimesi ne kadar güzeldi... Kokusu hala burnumda...
Akşam olduğunda ise babam kestane patlatırdı üstünde sobanın. Biz onları yerken çay da demlenirdi... Üşümeye başladığımızda kardeşimle sobanın iki yanına geçer ve ellerimizi tutardık üzerinde. O varken daha sıcaktı evin içi, sadece odayı değil içimizi de ısıtıyordu sanki. Isınmak isteyen herkesi bir yerde buluştururdu. Sonra soğuk kalorifer petekleri döşendi her odaya. Emektar soba da hurdaya gitti, yaşattığı tüm güzel hatıralarıyla birlikte...
Uyandığımda ne annem yanımdaydı ne de soba vardı odamda. Gelen sesler üst komşunun oğlunun sesini çok açtığı müzik setindendi. Tekrar yattım yatağıma, belki görürüm aynı rüyayı diye...
22.04.2007
"Zamanlar geçtikçe neden
Mutluluk mahzunluk oluyor fotoğraflarda
Acaba
Keder mi, acı mı, hüzün mü dünyanın rengi?"
Mutluluk, Edip Cansever'in mısralarında anlattığı gibi zaman geçtikçe yerini mahzunluğa bırakan bir duygu, bir yanılsama...
Anladım ki; mutluluk üstüne düşünmek, mutlu olmayı istemek mutlu etmiyor insanı. Belki de küçük şeylerle avunmayı öğrenmek gerekiyordur. Ve çok irdelememek hayatı... Ne geçmişe, ne geleceğe bağlı kalmalı yaşarken. Anılarını biriktirmeli ama geçmişte yaşamamalı insan.
Çünkü, geçmişin rengi her zaman gridir. Oysa geleceğinki bembeyaz, tıpkı yazılmayı bekleyen sayfalar gibi...
12.03.2007
Ne kadar da çabuk geçti 1 ay... Daha dün gibi aklımda elimi ilk tuttuğun, başını omzuma yaslandığın saniyeler... Yaşananları anlatmak, seni sana tarif etmek imkansız.
Uzun zamandır görülmeyi beklenen güzel bir rüyanın en tatlı yerinde gibiyim. Çok korkuyorum günün birinde uyandırılmaktan... Oysa geleceği düşünmek yerine neden "an"ı yaşamaya çalışmıyoruz? Kim bilir, belki de elimizde tuttuğumuz şeyin kırılganlığındandır...
Tohumlarını attığımız bu sevda çiçeğini büyütmek bizim elimizde. Ve ben hiç kimsenin çiçeğimizi koparmasına izin vermeyeceğim...
"Bir yıldız gökte kayıp giderken
Islak bir yolda yalnız yürürken
Bambaşka bir şeyi düşünürken
Aklımdasın..."
28.01.2007
21 Aralık'tan sonra günler uzamaya başlar hep. Bu da demek olur ki "22 Aralık" günü, güneş bir önceki günden daha fazla gösterecektir insanlara yüzünü...
Minicik elleri ve güzel yüzü o gün daha farklı bir anlam kazanmaya başladı esas oğlanın kalbinde. Önceleri bir kardeş gibi, arkadaş gibi koluna girmelerinin, daha sonra içindeki ateşe kıvılcımını veren şey olacağını nereden bilebilirdi? Tramvayın en arka koltuğunda ellerin birleşmesi ve tamamlanamamış birkaç cümle... Her şey kontrol dışında ve masalsı bir şekilde ilerlemekteydi. Sanki sihirli bir güç buna itmekteydi bu iki genci...
Henüz söylenememiş o iki kelimeyi söylemek için beklenen Pazartesi sabahı... Sanki İstanbul bu seremoninin kusursuz olması için onlara yardım ediyordu. Beyazıt meydanındaki kuşlar kaçmıyor, bu ana tanıklık etmek için pür dikkat bu iki aşığa bakıyorlardı. Ve o anda ağızdan dökülen "seni seviyorum" ile verilen bir gül, yem satan yaşlı teyzelerin söyledikleri sevda türkülerine karışınca resim tamamlanıyordu...
Bunun tek açıklaması olabilirdi, o da "aşk"tı...
Seni seviyorum...
25.12.2006
Nasıl ki düşlerimiz anlamını yitiriyorsa bazen, günebakanlar da solabiliyormuş zamanı geldiğinde...
Toprağa karışan gövdesi, yaprakları başka günebakanlara hayat verecek. Ve yine büyüyecek, yine güneşe dönecekler yüzlerini tıpkı daha önce yaptıkları gibi... Ama eski bir parçayı hep taşıyacaklar içinde.
Güneş aynı güneş, toprak aynı toprak... Günebakan ölmüş kimin umurunda...
O kadar çok şey var ki anlatılacak... Ah bir de şu düğüm olmasa boğazda...
05.12.2006
İmkansızı istemişti belki ay çiçeği, ama biliyordu ki engel değildi bu her gün doğan güneşe bakmasına. Araya bulutlar da girse, güneş bir batıp bir doğsa da o nerde olduğunu bilirdi hep aşkının. Sabahları tepelerin ardından doğuşunu seyretmek için erkenden uyanır, bir an bile gözünü ondan ayırmadan beklerdi batacağı saati. Geceler zordu hep onun için, çünkü bir tek o zaman bilmezdi nerede olduğunu. Boynunu büker, "ya yarın gelmezse" diye düşünerek gövdesinin bağlı olduğu toprağa dökerdi gözyaşlarını...
O, "günebakan"dı... Güneşe dönerdi yüzünü, yalnızca ona bakardı...
Tıpkı pervanenin yanacağını bile bile ışığın etrafındaki dansı gibi... Tıpkı benim seni sevdiğim gibi... Işık sönse de, güneş batsa da pes etmemeli eğer "gerçekten" bağlıysak inandıklarımıza. Güneş bizi kavurana, ışık bizi yakana dek...
O zaman ulaşırız belki sonsuzluğa...
18.11.2006
Üşüyordum bu sabah uyandığımda. Tahir'e sordum, o da üşüyormuş. Camdan dışarı baktım, yağmur yağıyordu. Demek ki bende bir anormallik yoktu. Kış gelmişti!
Küçüklüğümden beri severim kış aylarını. Ama İstanbul'a geldikten sonra farklı bakar oldum kışa... İki sebebi var bunun. Birincisi annemin yanında geçirdiğim kışların daha güzel, daha "sıcak" olması... Annemin her sabah uyanır uyanmaz sırtıma bir yelek geçirmesi, evden çıkıp ben sokağın köşesinden dönüp kaybolana kadar beni seyretmesi... Seyrederdi, çünkü beremi taktığımdan emin olmak ve benim köşeyi dönmeden önce bir kez yukarı bakıp ona el sallayışımı görmek isterdi her seferinde...
Kışların değişmesindeki ikinci sebep de İstanbul'un kendisi. Dün, okulda fotokopicinin önünde bir kız çocuğu gördüm. 9-10 yaşlarındaydı en fazla. Bir elinde mendil poşeti vardı, diğer elini de ağzına götürmüş nefesiyle ısıtmaya çalışıyordu. Bana yaklaştı. Mendil satmak isteyecek diye düşünürken, "Abi bir tane kağıt verir misin?" dedi. Şaşırdım. "Ne yapacaksın kağıtla?" dedim. "Çiçek çizeceğim" dedi. Soğuktan mosmor olmuş elleriyle sımsıkı tuttu verdiğim kağıtları.
İşte bu sabah "Üşüyorum" dediğimde o kız geldi aklıma. Bir kez daha şükrettim halime.
17.10.2006
O kadar güçlü değilim ben, görmemeliyim seni yeniden. Beynim kalbime ne kadar hükmedebilir onu da bilmiyorum ama en azından buna alışmam gerekiyor.
Evet belki hala seviyorum, hala özlüyorum. Ama artık acı veren sevgileri kaldırabilecek durumda değilim. Bunun sana zarar verdiğini görmek daha da acı veriyor. "Keşke" demekten başka hiçbir şey gelmiyor elimden...
Ama içimdeki bir parça ümit hiç kaybolmayacak. Unutmayacağım seni...
Sen de unutma ne olur....
11.10.2006
"Eylül! öyle bir ay ki, geçen her güzel günü için ona minnettar olmak gerekir.eylül, esef ve özlem ayıdır, içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, insan o güzel havaların, devamlı yazın artık geçtiğini anlayıp üzülür, özlem çeker..."
Mehmet Rauf- Eylül
Eylül, Eylül gibi değildi sanki bu kez... Anlayamıyordum, "Garip!" diyebiliyordum sadece. Dünya sanki bana cephe almış, sevdiklerim tek tek uzaklaşmakta, umutlar birer birer solmaktaydı. Sonbaharın sararan yaprakları gibi hayatımda güzel olan her şey teker teker kopmaktaydı dalından...
Bazı tesadüfler vardır ki "yaşanmak zorunda oldukları için" yaşanmaktadırlar ve herhangi bir "söz", "davranış" değiştiremez olacak şeyleri. O gün de öyle oldu. 21 Eylül sabahı farklı bir sabahtı Eylül'ün diğer sabahlarından... Bir şeylerin olacağı hissi henüz uykudayken sarmıştı ruhumu. Erken sayılacak bir saatte uyanmıştım ve anlamsız bir şekilde "hazırlanma" ihtiyacı duymaktaydı bedenim...
Nasıl olduysa -tesadüf ya da kader- "o" karşımdaydı birkaç saat içinde. İstanbul'u gri yağmur bulutları sarmış ama yağmak için "bir şeyi" beklemekteydi sanki. Neredeyse hiç konuşmadık... Sadece yürüdük. Nedendir bilmem, yüzüne bakamıyordum. Birkaç şey atıştırdıktan sonra vapura bindik.
Biliyorduk, yağmur yağacaktı. Ona rağmen yan taraftaki açık yere oturduk. Hala konuşmuyorduk, denize ve martılara bakıyorduk ve gülümsüyorduk arada sırada da. Omzum onunkine dokunuyordu.
Haydarpaşa'yı geçtik ve gelmemize birkaç dakika kala gözyaşlarını bu zamana kadar tutan İstanbul bir anda bırakıverdi kendini. İnsanlar içeri kaçışıyordu... Yanımdaki şemsiyeyi açtım, "o"nun ıslanmamasıydı tek düşüncem. Tam bu sırada tuhaf bir şey oldu. Usulca koluma girdi. Tarifi imkansız bir duyguydu bu. Şemsiyenin ucu demir parmaklıklara değiyor ve adeta bir çadır gibi çevreliyordu ikimizi...
Göz açıp kapayıncaya kadar geçti o birkaç saat... Ayrılma vakti gelmişti ne yazık ki. Öyle güzeldi ki yaşanan her dakika... Bir film sahnesi gibi geçerken gözlerimin önünden olanlar, el salladım ona gülümseyerek...
"kitaplar, şarkılar, yunuslar, yazılar, yağmur, kız kulesi, galata kulesi, günebakan, sonbahar, istanbul..." Hepinize teşekkürler...
22.09.2006
"Yaşamak değil,
Beni bu telaş öldürecek. "
Şairin de söylediği gibi anlamsız bir telaş, geçen zamanı unutturuyor bize. Geçip giderken koskoca bir ömür, biz yaşlanıyoruz sadece...
Ne doya doya dertleşebildim annemle, ne de tadına varabildim güzel dostlukların. Sürekli bir yere yetişme, bir koşuşturma halindeydik sanki hepimiz... Mutlaka yapılacak daha önemli işler vardı önümüzde. Hepsi için bir süre ayrılmıştı ve tıpkı Külkedisi misali kayboluyordu mutlu anlar o saat geldiğinde...
Bazen düşünüyorum da "kendimiz" olamadık hiç birimiz. Herkes bir kılığa bürünmüş ve üstlendiği rolü başarıyla oynamaktaydı. Peki öyleyse ne zaman kendimizi oynayacaktık? Gençliğimiz elimizden kayıp gittikten sonra mı? Yoksa "biz" olabilmek için az da olsa bir şansımız var mıydı hala?
Sanırım yoktu. Hiç olmayacak da... Kurulmuş bir düzenin küçük parçalarıyız. Hayatımız sanki önceden yazılmış gibi...
"Kader" denen şey gerçekten var mı? Eğer varsa biz neden burdayız? Yaşayacaklarımız önceden belirlendiyse hala yaşamanın ne anlamı var?
Kafam çok karışık. Bütün bu soruların cevabı tek bir yerde olabilir diye düşünüyorum.
Tanrım, oralarda bir yerlerdeysen eğer, ne zaman biteceğini de söyle şu yalnızlığımın.
Lütfen...
23.07.2006
"Umut etmek en büyük kötülüktür, insanın işkence süresini uzatır." demiş Nietzche. Haklı da bir bakıma... Umudun kırıldığı, yani hayallerin yok olduğu an; işkencenin bittiği, yani "ölümün" gerçekleştiği andır. En iyisi hiç başlamamak yada başındayken vazgeçip acıyı en aza indirgemek en iyi çözüm gibi gelir insana...
Ama öyle olmuyor maalesef. Umutla bakmak geleceğe, iyi şeyler istemek vazgeçilemez bir dürtü olup çıkıyor hayatımızda. Peki bu hayallerin gerçekleşmesi mi gerekir hep? "Yol" mudur önemli olan yoksa "gittiğimiz yer" mi?
Bir hayal tut elinde, sakın bırakma,
Yaşam kadar değerli, hayat kadar acı,
Hayallerdir insanı yaşatan ve ayakta tutan,
Mutluluğun melhemi, sevginin ilacı.
Ama dikkat et, sakın gerçekleşmesin hayalin,
Hep bir adım kadar gerisinde ol,
Kimi zaman yakala bir köşesinden hınçla,
Kimi zaman ölüm kadar uzağında ol.
Dibi delik bir su kovasıdır hayaller,
Sürekli bir su sirkülesi,
Sakın kapama kovanın deliğini,
Ölmektir bir nevi, hayallerin gerçekleşmesi.
Gerçekleşen, yani "biten" hayal bir nevi ölümdür diyor şair de... Ama insanı yaşatan, ayakta tutan da onlar diyebiliyor. Hangisi doğru?
Gerçekten bilmiyorum....
26.04.2006
Sana son bir veda için çıktım bu sabah yola... Maziyi tekrar yaşatmak için o zamana geri dönmek gerekmiyordu. İnsanlar, binalar değişse de yaşadığımız dünya, soluduğumuz hava, üstümüzde parlayan güneş aynıydı...
Önce bir şarkı mırıldandım "hiç kimsenin, yağmurun bile böyle küçük elleri yoktu" diye... O anda sanki etrafta insanlar, gürültü, kargaşa hiçbir şey yoktu. Yanımda aniden beliren sen ve bendik İstanbul sokaklarında el ele ve yapayalnız...
Kuşlara yem verdik Yeni Cami önünde, sonra bir vapura atladık yalnız başımıza dolaştık İstanbul'u delicesine... Güneş bugün en güzel yüzünü göstermişti bize iyilik yapmak istermişçesine. Gözlerimizin içi gülüyordu bizim de tıpkı onun gibi...
Üsküdar'da indik vapurdan. Ardından bir çocuk geldi yanımıza. Yaşını sorduk, "2" diye gösterdi minnacık parmaklarıyla... Oysa büyük gösteriyordu, aşağı yukarı 5 yaşındaydı. Ben şaşkın, sen mutlu bir ifadeyle devam ettik yürümeye...
Sonra bir gazete aldım ve tarihine baktım. 29 Mart'tı ve senelerden 2003'tü... Ve yanımdaydın sen hala... Hava yavaşça kararıyordu ve farkındaydık artık bu rüyanın sonuna geldiğimizin. Son bir kez sarıldım sana, ağladım. Ve kayboldun kollarımın arasında...
"Elveda tek sevdiğim, elveda hatıralarım..."
geçip giden zamanları bir yerlerde bulsam...
sonra üzülsem, üzüldüğüme üzülsem...
gözyaşıma dalıp dalıp, seni hatırlarım.
gittin şimdi sen, yoksun yanımda...
bir şey istemem; neye yarar hatıralar...
Dün evleneceğini duydum... Bunu keşke başkasından değil de senden öğrenebilseydim...
Tam bunları yazarken sen aradın. Bir nebze de olsa sevindim buna. Her şey gönlünce olur umarım... 5 Mayıs'taki nikahına gelemem belki ama kalbim hep seninle olacak...
11.04.2006
dün gece sen uyurken
ismini fısıldadım
ve hayvanların korkunç
öykülerini anlattım
dün gece sen uyurken
çiçeklere su verdim
ve insanların korkunç
öykülerini anlattım onlara
dün gece sen uyurken
yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana
işte bu yüzden sırf bu yüzden
yeni bir isim verdim sana
destina
sen öyle umarsız uyusan da bir köşede
işte bu yüzden sırf bu yüzden
yaşamdan çok ölüme yakın olduğun için
seni bu denli yıktıkları için
destina
yaşamımın gizini vereceğim sana...
***
last night, while you were sleeping
i whispered your name
and told the terrible stories
of the animals...
last night, while you were sleeping
i watered the flowers
and told them
the horrific stories
of human beings...
last night, while you were sleeping
my heart engaged you like a star
because of that, only for that
i gave a name to you
destiny
even if you sleep carelessly
because of that, only for that
cause,
you're closer to death
rather than life
and they defeated you so much, destiny
i'll give you the secret of my life...
şair: lale müldür
çeviri: bahadır
25.03.2006
İstanbul’la ilk tanışmam 11 yaşında olmuştu. İlkokulu yeni bitirmiş bir çocuktum o zamanlar. Dayım İstanbul’da doktorluğa başlamıştı ve anneannemle onu ziyarete gitmiştik 15 günlüğüne…
O gidişimde söylediğim bir söz vardı “Milyar verseler bir daha gelmem İstanbul’a…” Evet, sevmemiştim İstanbul’u. O kalabalık, o kargaşa, yüksek binalar, gökdelenler korkutmuştu gözümü belki de…
Ondan sonra defalarca geldim İstanbul’a… Dayımın nikahı için, hastalığım için, gezmek için… Bandırma’dan İstanbul’a bir Tekirdağ vapuru giderdi o zamanlar… Yolculuk 5 saatten fazla sürerdi ama koskocaman bir gemiydi. Yolculuk hiç bitmesin isterdim…
Şubat’ın ilk günüydü. Milyar verseler gitmeyeceğim İstanbul’a gidecektim o gün… Heyecanlıydım, uyku tutmamış ve sabah erkenden uyanmış televizyonu açmıştım. Her kanalda anlamsız bir şekilde Barış Manço klipleri, şarkıları vardı. Sonra bir kanalda haberi geçti, Barış Manço ölmüştü… Herkes uyurken ben günün ilk ışıklarında ağlıyordum. Annem sesimi duymuş olacak yanıma gelmişti. Biraz kendime geldikten sonra gece ben yattıktan sonra belli olan birşeyi söyledi bana. İstanbul’a gitme içim ertelenmişti. Ama o anda üzülecek daha önemli bir şey vardı ve o umrumda değildi… Barış Abi’m, her haftasonu seyrettiğim o uzun saçlı, iyi insan yoktu artık… O olaydan sonra her İstanbul’a gideceğim gün birine bir şey olacakmış gibi hissederim hep…
Günler gelmiş geçmiş ve İstanbul Üniversitesi’ni kazanmıştım. 2003 yılının sonbaharında annemlerden ilk defa uzun süre ayrı kalacak olmanın üzüntüsünü ama aynı zamanda yeni bir hayata başlamanın, özgürlüğe ve kendi ayaklarımın üzerinde durma imkanına sahip olacağım için mutluydum. Beni uğurlamaya dedem, babam, annem ve kızkardeşim gelmişti. Annem her zaman olduğu gibi duygularına hakim olamamış ve gözyaşlarını gizlemeye çalışıyordu. Ama beni en çok etkileyen her fırsatta didiştiğimiz, sevgimizi hiçbir zaman belli edemediğim kızkardeşimin bana sarılarak hüngür hüngür ağlamasıydı… O zamana kadar neşeli gözükmeye çalışmıştım ama bu durumda kendimi tutmam imkansızdı…
Geçtiğimiz 3 sene içinde İstanbul bana ne verdi diye düşünüyorum son günlerde… Her ona kavuşmak isteyişimde beni üzen, her ayrıldığımda da bir parçamı içinde bıraktığım bu şehri bana bağlayan şey ne acaba? Her türlü pisliği içinde barındıran bu İstanbul’a boğazdan şöyle bir bakmak yetiyor da artıyor bazen unutmak için bütün olanları... Bugün de aynısı oldu. Üsküdar vapuruna bindiğimde uzun zamandan dışarıda oturmak istedim ayaklarımı uzatarak… Bir bahara daha hoş geldin diyordum bu şehirde… Ne ilk, ne de son bahar olacak bu İstanbul’da yaşanan… Ama İstanbul benim için hep sarı, hüzünlü bir sonbahar… Kimbilir, belki yalnızlığımdan, belki de karamsarlığımdan…
Yine de seviyorum İstanbul'u...
23.03.2006
-ezan okununduğunda eve dönerdim, dönmezsem annem sokağa çıkıp beni arardı...
-solo test diye bir zeka oyunu vardı, tek piyon bırakmaya çalışılırdı. Bir tane bırakınca "bilgin", dokuz tane bırakınca "beyinsiz" olurduk...
-street fighter vardı, oyun bitince Ken evlendirdi...
-her gece yatmadan önce annemle babamı öperdim...
-geceleri aynaya bakamazdım...
-para şeklinde çikolatalar vardı...
-babaannemlerin siyah beyaz televizyonu vardı, Transformers'ı seyrederdim...
-babaannem hayattaydı...
dedem de hayattaydı...
-yolda gördüğüm taşlara vururdum, taşlarla maç yapardık...
-bakkal ismail amcadan 2 ekmek 1 günaydın alırdım, "deftere yaz" derdim
-3 tekerlekli bisikletim vardı...
-topacım, uzaktan kumandalı arabalarım vardı...
-okul bahçesinde top oynar, musluktan su içerdim...
-fanta'nın adı sarı gazozdu...
-her cuma akşamı sahile çay bahçesine giderdik, dönüşte de vitrinlere baka baka dondurma yerdik...
-radyodan "sezen aksu-şinanay"ı dinlerdim...
-dedemler her geldiğinde masanın üstüne çıkıp "karşıki tepeyi tuttu düşman" şiirini söylerdim...
-alf diye bir dizi vardı, hiç sevmezdim...
-babam beni omzuna alırdı, hep orda uyurdum. uyandığımda sabah olurdu ve yatağımda olurdum...
-çocuklar kahve içmezdi, oralet içebilirdi...
-düştüğümde ağlardım, annem üfleyince artık hiçbir yerim acımazdı...
-süper baba vardı, susam sokağı vardı, edi'yle büdü vardı...
-anne babaya yalan söyleyen taş olurdu...
-bayramlarda tüm aile anneannemlerde toplanırdık. yılbaşında tombala oynardık...
-"doktor olcam" derdim...
-sınıf başkanıydım, konuşanları tahtaya yazmazdım...
-Barış Manço'yla Adam Olacak Çocuk vardı, Doğru Ahmet ve Bay yanlış vardı...
-İş Bankası kumbaram vardı, bankaya gidip açtırırdık...
-3 korner 1 penaltıydı, 10'da devre 20'de biterdi, atan alırdı...
-herkes doğru söyler sanırdım, hayat daha güzeldi...
14.03.2006
Umutlar yeşerirken
Galiba birşeyler düzene girmeye başlıyor artık hayatımda. Daha bunu söylemek için çok erken ama en azından ucundan tutuyorum hayatın.
En son bir hafta önce yazmıştım. O zaman önümde iki tane önemli bütünleme, bir staj görüşmesi vardı. Perşembe günü de Bandırma'ya dönecektim...
Ama şu anda Cuma akşamı ve ben hala İstanbul'dayım. :) Bütünlemelere girdim, matematik iyi geçti ama ekonometri pek iç açıcı değil. Yalnız hiç üzülmüyorum, biraz da kalmaya alışmış olmamdan kaynaklanıyor galiba bu ;)
Onun haricinde bu haftanın en önemli olayı staja direkt kabul edilişimdi. Bunun için iki sabah saat 10'da Kavacık'ta olmam gerekti ama gayet iyi geçti iki görüşme de. Beni almaya bu kadar istekli olmalarına şaşırdım doğrusu. Çünkü başvuran insan sayısı çok fazlaydı ama benimle görüşmelerinden bir gün sonra kabul ettiklerini ve başlamamı söylediler. İkinci stajyeri belirlememişlerdi bile, hatta onu ancak benim ders saatlerime uyduğu takdirde alacaklarını bile söylediler.
Bugün de staja başladım. Sabah 9'da ACNielsen'deydim. Amirim olan Selma Hanım ve diğer iki bayan çok canayakınlar. Yaptığım işin de çok bir zorluğu yok. Bugün sadece dosyaları düzenledim ve klasörlere yerleştirdim. Arkasından da excelde veri aktardım. Yaptığımız birtakım lobi çalışmaları :P sonucunda sınıftan Züleyha da ikinci stajyer olarak işe alındı. Artık biz anlaşıp hangi günlerde geleceğimizi belirleyeceğiz. Onun haricinde servis ve yemek için ticket verilmesi gayet hoşuma gitti. İnşallah ileride sıkılmam işten...
Ayrıca bu hafta Tahir ve Neşe olmasa çekilmezdi kesinlikle. İyi ki varlar...
Şu anda çok yorgunum, yarın mümkünse uyanmayacağım :) Mutluyum ama umarım geçici olmaz bu...
İyi geceler şimdilik... Görüşmek üzere...
24.02.2006
Ethem Dede'ye Biliyordum, Ethem Dede diye biri yoktu. Ama son zamanlarda Fiko bile inanmıştı onun olduğuna, herkesin yardımına yetiştiğine... Ne zaman içinde birinin sıkıntısı olsa, bunu kimseyle paylaşmaya cesaretini bulamıyorsa Ethem Dede'nin yanında alırdı soluğu...
Kimbilir, belki de bir aynaydı Ethem Dede insanlara kendi iç dünyalarını yansıtan. Belki de hiç bilmedikleri,keşfedemedikleri kendileriydi... Dolayısıyla insanlar farkında olmadan kendilerinden yardım diliyorlardı...
Benim de şimdi birkaç isteğim olacak senden Ethem Dede. Bugünler zor günler. Okulda 2 dersim bütünlemeye kaldı. Yarın İstanbul'a gidiyorum, pazartesi günü de matematik sınavım var. Yeterince çalıştığımı düşünüyorum ama yine de son anda bir aksilik olmasın lütfen.
Salı günü ACNielsen'e staj görüşmesi için gideceğim. Daha önce de başka yerlerde mülakata girmiştim ama bu seferkinde biraz daha stresliyim. Umarım şartları benim zamanıma uygun olur ve staja kabul edilirim. Tabi dersleri de etkilememesi lazım bu durumun.
Çarşamba günü de ekonometri sınavı bittikten sonra Bandırma'ya geri döneceğim eğer staja kabul edilmezsem. Edilirsem kalırım herhalde İstanbul'da.
Şimdilik kısa vadede sorunlarım bunlar. Hala boğazda birlikte gezintiye çıkabileceğim bir kız arkadaşım, ondan da önemlisi kalbimi açabileceğim bir insan yok. İlkbahar geliyor, herşeyin daha güzel olacağını hissedebiliyorum. Umarım yanılmam...
Daha sonra tekrar uğrayacağım, şimdilik hoşçakal...
18.02.2006
Aşk? Eski bir yalan mı? love is patient, love is kind.
love is not jealous, it does not brag, and it is not proud.
love is not rude, is not selfish, and does not become angry easily.
love does not remember wrongs done against it.
love is not happy with evil, but is happy with truth.
love bears all things, believes all things,
hopes all things, endures all things.
love never fails...
Aşk sabırlıdır. Kıskanç, kibirli ve gurulu değildir. Aşk bencilik yada kabalık barındırmaz, tüm hataları affeder. Kin tutmaz, sadece umut eder... Aşk hiç bitmez...
Gerçekten de böyle midir aşk? Hiç bitmeyebilir mi? Galiba bazıları öyle oluyor.
O, benim gerçek anlamda ilk sevdiğimdi. İlk heyecanım, ilk öpüşmem, ilk büyük yalanım, ilk isyanım ve de ilk hayalkırıklığım oldu... Ama aşk bu... Fiziksel birliktelikten öte ruhsal bir olgu insanın kendi içinde yaşattığı, büyüttüğü ve zamanı gelince de öldürdüğü...
Unutmak zaman alacaktı, biliyorum. Bu kadar uzun sürmemeliydi, onun da farkındayım. Ama inan elimde değil. Duygu, mantığı yeniyor her zaman... Her neredeysen lütfen cevap ver telefonuma en azından iyi olduğunu öğrenebileyim, sesini duyabileyim. Hala seviyorum...
Aşk bazen hiç bitmez...
28.01.2006
Karlar düşer
Tam 3 gündür aralıksız kar yağıyor. Sınavlarım vardı hepsi ertelendi haftaya. Ben de öyle boş boş oturuyorum. Çok canım sıkılıyor. Bu tatil olduğundan hiç çalışasım da gelmiyor...
Mevsimler bazen geçmişi hatırlatıyor insana... Bugün Tahir'le yurda geldiğimiz ilk sene lapa lapa kar yağarken Beyazıt Meydanı'na gidişimiz geldi aklıma hep. Çok güzel günlerdi... Bir daha aynı şeyleri yaşar mıyım bunları bilemiyorum ama böyle havaların bana hep o günleri, o duyguyu hatırlatacağını biliyorum.
25.01.2006İnsanlarla konuşmaktan büyük zevk alıyorum... Dertlerini dinleyip çözüm önerileri sunmaktan, sevinçlerini paylaşmaktan... Yalnız bazen de kimilerine çok değer verdiğimi düşünüyorum. Acaba verdiğim değeri hakediyorlar mı? Yada haketmek mi olmalı değer için gerekli olan? Bence ne olursa olsun insanları sevmek güzel şey... Her insan oturup bu dünyada kaç kişiye "dostum" diyebileceğini düşünmeli. Eğer cevabı "sıfır" ise boşa gitmiş demektir koskoca hayat. Neyse ki benim dostum var, dostlarım var... Hepsine çok teşekkürler...
Bugünlerde James Blunt'ı çok dinliyorum. Cry şarkısının sözleri çok güzel tıpkı diğerleri gibi:
Come and sit with me, and cry on my shoulder,
I'm a friend.
And if you want to talk about it anymore,
Lie here on the floor and cry on my shoulder,
I'm a friend.
25.01.2006
Karşılık
Zor bir gündü bugün... Finallerden önce okuldaki son gün olduğundan her dakikam not aramakla ve fotokopicilerde geçti.
Akşam dönerken Taksim'e uğradım. Kardeşimin çok istediği ve gelirken getirmemi istediği parfümü aldım. Sonra otobüs durağında beklemeye başladım.
O sırada iki ayağını da kaybetmiş, ellerindeki takozlarla yürümeye çalışan bir adam gördüm. Hali çok kötüydü ama bundan şikayet eder gibi durmuyordu. Oysa ben bu halime rağmen herşeyden şikayetçiyim. Sonra bu abi bana kalemim olup olmadığını sordu. Bir telefon numarasını not edecekti sanırım. Ama otobüsüm her an gelebilirdi ve sırtımda okul çantam olmasına rağmen "yok" deyiverdim.
Evet, yalan söyledim... Belki küçük bir yalandı ama 1-2 dakikalık üzüntü yaşadım. Adam ise hala kalem soruyordu. Yanına tekrar gidip kalemi verseydim yalanım ortaya çıkacaktı. Sonra yanıma geldi ve daha önce hiç sormamış gibi "kaleminiz var mıydı?" dedi. "Tabi" dedim, ama otobüsüm gelmişti. "Sizde kalabilir" deyip otobüse bindim. Vicdanım rahatlamıştı... Küçücük, önemsiz bir olaydı ama insanı huzursuz etmeye yetiyor da artıyor bazen...
Tam durağıma gelmiş inecekken oturduğum yerde bir tam bilet gördüm. Alıp almamakta tereddüt ettim ama sonra aklıma geldi, akbilimde hiç kontör kalmamıştı ve yarın sabah erkenden sınavım vardı. Belki yarın aceleyle bilet almayı unutacak ve otobüse bindiğimde farkederek kaçıracaktım otobüsü. Bileti aldım ve cebime koydum.
Biliyorum, yukarıda bizi izleyen biri var. Teşekkürler...
05.01.2006
Gelincik
Küçükken dedemlerin köyünde gelincikler olurdu. Kıpkırmızıydılar çayırlarda... Ama ne zaman elime alsam yaprakları kendiliğinden dağılırdı. Zaten toplasan 2-3 yaprağı olan güzelim çiçekten geriye kalan elimdeki ince sapı olurdu.
Bazı insanlar da aynı gelincikler gibi... Dokunmazsan, uzaktan seversen dünyanın en güzel varlıkları belki de onlar... Ama yanlarına gidip hoşlarına gitmeyen birşey yapıldığında incinirler ve bir sızı bırakırlar içinizde tıpkı gelinciğin elinizde kaan ince dalı gibi... "Çiçek dalında güzel" diye bir söz var, gerçek hayatta da bazen öyle... Doya doya bakmalı, için için sevmeli ama sevdiğimizi belli etmemeli gerektiğinde...
26.12.2005
Üzgünüm
Yağmurdan mı, yalnızlıktan mı ben de bilmiyorum...
Ama üzgünüm işte...
Blog açmaya karar verdim, çünkü bugünleri unutmak istemiyorum. Unutmayayım ki kılavuz olsunlar ileride bana. Hayatında böyle zor dönemler geçirdiğimi bileyim ki ileride yaşayacağım "muhtemel" güzel günlerin değerini daha iyi anlayabileyim...
Yanlış mı düşünüyorum yoksa? Bugünler silinip gitmeli midir hafızamdan? Bunu kavrayabilecek kapasitede değilim şu anda...
Hayatım büyük bir değişimin eşiğinde bunu hissediyorum... Bir yol seçmem gerektiğinin de farkındayım.
Bazen her istediği olmuyor insanın. Acaba her istediğimiz olsa daha mı güzel olurdu bizim için hayat? Yoksa değersiz mi yapardı küçük sevinçleri? Galiba ikincisi doğru...
Merhaba yeni günlüğüm...
17.12.2005